Manzarayı Umumiyeden Kesitler!

Cahit Kılıç

cahitkilic@haberx.com

 28.11.2011

 Ne ütüsü adam kesen pantolonu, ne de ayna gibi parıldayan ayakkabısı var Memed’imin…

***

Üç başlıklı üç ayrı konuyu işleyeceğiz bugün…

Üçü de “gördünüz mü” ile ya başlayacak ya da bitecek!

***

Bedelliniz bedel bedel olsun!

Gördünüz mü nasıl sağlanırmış toplumsal mutabakat?!

Hani anayasa-babayasa toplumsal uzlaşmayla yapılsın diye yırtınıp duruyordular ya, anayasayı bir kenara itip, başka bir konuda çok hızlı yakaladılar bu arzularını. Helâl olsun!

Muhafazakârı, milliyetçisi, liberali, ulusalcısı, sağcısı, solcusu, orta yolcusu, futbolcusu…

Velhâsılı kelâm ne kadar “cısı” “cusu” varsa hep bir ağızdan aynı melodiyi terennüm ederek imkânsızı başardılar ve büyük bir toplumsal mutabakatın altına imza attılar:

“30 bin papeli toslayan postal giymeyecek!”

E giymesin tabiî…

İki yabancı dil bilenler de var içlerinde canım!

Jilet gibi takım elbise, pantolonun ütüsü adam kesiyor…

Ayakkabılar, daha yeni camsil ile temizlenmiş ayna gibi parlıyor! Üstüne yansıyan siluetinden Iphone’unla resmini bile çekebilirsin icabında!..

Eskiden olduğu gibi: Bir paşa babaya yalvarıp eldeki iki üniversite diplomasına ve dört yabancı dile rağmen; bir orduevinde bulaşıkçılığa yazılmak da gerekmez artık! Bulaşıkçılıkla kırılan onuru da böylece kurtarmış olduk, di mi mirim, azizim?!

Gıcır gıcır desteler halinde bastırdık mı 30 bin Türk Lirasını, postalı postalarız artıkın Köylü Memed’e…

***

Yani?

Yanisi:

Alavere dalavere fakir Memet gene nöbete…

Ne ütüsü adam kesen pantolonu, ne de ayna gibi parıldayan ayakkabısı var Memed’imin…

Ya Trabzon Kara Lastik, ya da Gislaved giyer o… İkincisi biraz daha lükstür ha! 5 Lira da daha pahalı…

Bunları çıkarıp attın mıydı, üstüne bir çift postal, İtalyan Salvatore Ferragamo ayakkabısı gibi gelir Memed’ime…

Allah’tan daha ne istersin ki Memed’im?!

Yalnız dikkat et Memed’im, fabrikasyon üretilen postalın topuğuna eğreti çakılmış bir çivi tabanına batmasın… Uludere’den Beytüşşebap’a doğru tırmanırken benimkine batmıştı da…

Hem, batarsa da batsın!

Alçakların kalleşçe gelen izli mermisinden daha iyidir o çivinin batması; aldırma sen Memed’im…

***

Yalnız fakirin merakına mucip iki suâli var bu hususta:

1-Bugün yarın mâhkemelerin kapısına dayanarak “Vallayi de billayi de benim gerçek yaşım da, kemik yaşım da otuzun üstündedir. Gözüyün yağını, cırbıdını, reçelini, marmeladını yirim senin sayın hâkimim, ne olur benim yaşımı otuzun üzerine yükseltivirin!” diyecek olan binlerce insandan kaç bini yaş tashihi yaptırmayı başaracaktır? Dilim varmıyor sormaya ama bunun da bir pazarı, bir simsarı, bir rayici falan olacak mıdır?

2-Bugüne kadar bedelli askerlik talebine haklı olarak şiddetle karşı çıkan, parti içinden ve dışından gelen bütün baskılara göğüs geren başbakan Erdoğan, nasıl oldu da birden evet demek zorunda kaldı?

Affınıza mâruzen Sayın Başbakanım, o direncinizi kimler nasıl kırdılar, ne oldu da birden teslim bayrağı çektiniz?

***

Evlâd-ı Kerbelayık!

Gördünüz mü bu ülkede birden herkes nasıl da Dersimci, insan hakları savunucusu ve Ehl-i Beyt dostu kesiliverdi?!

Eh, biz yıllardır yazıyorduk da zerre-i miskal ehemmiyet veren yoktu…

Şimdi ülkede ne kadar câhil cühelâ varsa, sırf amigoluk yapacaklar diye birden başımıza Dersim uzmanı kesildiler, Seyit Rıza muhibbi yazıldılar ve insan haklarına uluslar arası boyutun bile üstünde duyarlı olduğunu cümle âleme göstermeye başladılar!..

Vallahi, ne mutlu bize yani!

Yalnız insanda biraz ar ve hâyâ olur, utanma duygusu olur yani…

Fırat’ı kızıla boyayan evlâd-ı Resulullah kanı için bugüne kadar tek bir damla gözyaşı akıtmayanlar, tek bir gün bile yas tutmayanlar, yeni mi uyandılar?!

1400 yıldır Hicaz çölünden Irak-ı Arab’a, Mezopotamya havzasından ve Anadolu’nun Batı ucundan Hazar’a, aslında neredeyse Adriyatik’ten Himalayalar’a kadar uzanan bir coğrafyada; çöller gülgeze, yeşil alanlar güneş kızılına boyandı; Fırat’tan Dicle’ye, Araz’dan Kür’e kadar nehirler kızıl aktılar evlâd-ı Kerbela’nın kanlarıyla…

Bunca zulmün karşısında bugüne kadar sessiz kalanların, ya da görmezden gelip sırtını dönenlerin birden Evlâd-ı Kerbela’ya hararetle sâhip çıkmaları, mürâilikten başka bir şey değildir! İyi niyetle olsa dahi inandırıcı da değildir!..

***

Babasının çiftliği

Önce bir hatırlatma: Bir devlet kurumunun veya bir özel kurumun yetkilisi, kanun ve nizâmı hiçe sayarak keyfi hareket ederse; halktan “Orası onun babasının çiftliği midir?” diye tepki alır. Yani, “babasının çiftliği” güzel Türkçe’mizde bir deyimdir…

Başta, memleketlerini bir baştan diğer başa ahtapotun kolları gibi sarıp, sarmalayan; en tepedeki kraldan başlayarak, başbakan ve nerdeyse bakanların tamamı, valiler (emirler) belediye başkanları, silahlı kuvvetlerin komutanları, birçok değişik ad altındaki polis teşkilatlarının başlarına kadar bütün kilit noktaların idaresini aile fertlerine veren Suudi Krallığı ve aşağı yukarı aynı özellikleri taşıyan diğer körfez ülkeleri, Amerikan çıkarlarına hizmet ettikleri için şimdilik gündem dışıdırlar. Arap Baharı’nın fırtınası oraları da vurur mu bilinmez! Bu çok zengin uşaklar, kayıtsız şartsız Amerikan çıkarlarına hizmet ettiklerinden; en azından şimdilik sağlamdaymış gibi görünüyorlar ama ileride ne olur o da bilinmez!

Biz, iki başka çiftlikten söz edeceğiz bugün…

Suriye’yi babası Hafız Bin Esat’tan devralan Beşar Bin Hafız Bin Esat, elbette ki ülkeyi babasının çiftliği olarak görüyor ve öyle yönetiyordu…

Azerbaycan’ı babası Haydar Bin Ali’den devralan İlham Bin Haydar Bin Ali (mecazen Bin Ali) de ülkeyi babasının çiftliği gibi görüyor ve öyle yönetiyor…

Sünnî nüfusun çoğunlukta olduğu Suriye’yi, uzun yıllardır Alevî-Nusayrî azınlığa mensup Esat ailesi yönetti ve elân yönetiyor…

Nüfusunun tamamına yakını Türk ve ezici bir çoğunluğu Şiî olan Azerbaycan’ı, uzun yıllardır Kürt bir baba ile Yezidî Kürt bir anneden olan Aliyev ailesi yönetti ve elân yönetiyor…

Bu arada Yezidîliğin çıkış noktasının Şam olduğunu da unutmayalım…

Her iki ülkede de parlamento var ama yönetim kesinlikle tek kişinin iki dudağının arasındadır…

Her iki ülkenin de toprakları başka devletler tarafından işgal edilmiştir. Her iki ülkenin liderinin de işgal altındaki toprakları kurtarmak için milim kıpırtısı yoktur!

Her iki liderin de çağ öncesinden kalma akıl hocaları var. Suriye’de 70 yaşındaki ismiyle müsemmâ Velid Muallim, Azerbaycan’da da 73 yaşındaki hitap şekliyle nâm-aver Ramiz Müellim…

Her iki ülkede de büyük sanayi yoktur. Dolayısıyla da büyük endüstriye dayalı yan sanayi üretimi de yoktur…

Her iki ülkede de büyük çaptaki ticaret alanları, sanayi mallarının ithalatı ve tarım ürünlerinin ihracatı liderin etrafındakiler tarafından monopole bağlanmıştır.

Gene her iki ülkedeki banka ve finansman kuruluşları, ülkenin millî kaynaklarından elde edilen gelirlerin de büyük çoğunluğu lider ve etrafındakilerin tekelindedir…

Her iki ülkede de halkın kahir ekseriyeti, millî gelirden pay alamamaktadır.

Her iki ülkede de asker, gizli muhaberat örgütü ve polis, millî olmaktan çıkmış; kayıtsız şartsız liderin emrine girmiştir…

Her iki ülkede de demokrasinin esamisi dahi okunmuyor ve her türlü muhalefetin boğazı sıkılıyor…

Her iki ülkede de yargı tarafsızlığını yitirmiş, adalet kavramından soyutlanmış, emir ve komutayla insanları cezalandırmaktadır…

Her iki ülkenin cezaevleri de muhalif siyasilerle, fikir adamları ve gazetecilerle doludur…

Gördünüz mü iki ülke ve liderleri arasında ne kadar çok benzerlik var?

***

Biri, Bahar fırtınasına tutuldu! Eli kulağındadır; gitti gidecek!

Diğerini de aynı benzerlik vurur mu dersiniz?

http://www.haberx.com/manzarayi_umumiyeden_kesitler(19,w,10298,172).aspx

Əlaqəli məqalələr

Bir cavab yazın

Sizin e-poçt ünvanınız dərc edilməyəcəkdir. Gərəkli sahələr * ilə işarələnmişdir

Back to top button